Din'ler gerçeği - Özgür kul olmak
Dünyada kendimizi şartlandırdığımız bireysel isteklerimize göre yaşıyor, onlar gerçekleşince mutlu, gerçekleşmeyince mutsuz oluyoruz. Dünyaya şartlandığımız bireyler olarak değil de gerçek düşünsel değerlerle bakabilsek, o zaman gerçeği görme imkanına erişebileceğiz.
Bize empoze edilen toplumsal şartlanmaların aslını araştırmadan kabullenip, sahiplenerek o fikrin karşısındaki her şeyle savaşıyoruz aslında ne ile niçin savaştığımızın da bilincinde olmadan böl ve yönet prensibini kendilerine ilke edinmiş çıkar guruplarına hizmet ediyoruz. Bunun en büyük örneği de "din"(sistem) konusunda yaşanmakta insanlar asırlardır benim dinim, senin dininden iyidir kavgası ile karşısındakine zulüm etmekte öldürmekte, yakmakta, yıkmakta…
Yani İslam sadece Hz. Muhammed(sav)in getirdiği bir din değildir. Teslim olma, selamete erme anlamına gelen "İslam" tüm peygamberlerin tebliğ ettiği, evrensel sistemi ve bu sistem ile uyumlu hale gelebilmenin yollarını anlatan öğretinin adıdır.
Din adamı geçinenler ise, işin özüne vakıf olamadıklarından araçtan ibaret olan yöntemleri din kisvesine bürüyerek insanlara sunmaktadırlar. Dindeki kurallar insanı hedefine ulaştırması için vardır. Kurallar amaç değil, öze ulaştırmada kullanılacak araçlardır.
İnsanın şu din den veya bu din den olması önemli değildir. Çünkü onu farklı kılan biziz, tüm dinler bizi aynı hedefe götüren öğretinin toplumsal şartlara göre şekillenmiş ifade tarzına çevresel ve geçmişten gelen şartlanmaların da eklenmesiyle oluşmuş toplumsal kabullenmelerdir.
Musa, İsa, Muhammed birbirinden ayrı ayrı kimseler değil, bizim ayrı ayrı algıladığımız bu yapılar varlığın tek olmasından dolayı, tek olanın iç içe geçmiş boyutsal bilinç katmanlarıdır. Bu olay Kur'an da "İyi anlayın bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi var, Rasûlullâh içinizdedir!"(Hucurat suresi/7) şeklinde ifade edilmiştir.
İnsanlığın gelişme sürecine bağlı olarak, İslam öğretisi belirli bir müfredat içresinde peygamberler vasıtasıyla kademe kademe, sırasıyla açığa çıkarılmak suretiyle gelmiş ve en son "Muhammedi boyut"da tamamlanmıştır. Bu da Kur'anda “Bugün Dininizi Tamamladım”(Maide suresi/3) şeklinde ifade edilmektedir.
En alt boyut "çokluk alemi" olduğu için, bu alemde karışıklık olmaması, düzenin sağlanabilmesi için önce şeriat(kurallar) konmuştur. Bunun için de önce dünya düzenine dönük olarak şeriata (kurallar,hükümlere) ait bilgilerin anlatıldığı "Tevrat yani Musevilik" gelmiştir.
Musevilikte "iç aleme" geçilemediği için, her şey dış dünyevi alemde aranmakta bu yüzden de "hakikate" ulaşılamamaktadır. Öze vakıf olmadan, sadece kurallara "şerii hükümlere" göre "sistemi" (dini) okuyup,değerlendiren bu kesim mecazların iç manasını anlayamadığından, mecazlarla ifade edilmiş olanları işin aslı sandıkları için çelişki içerisindedirler (İsa'nın babasız, Adem’in topraktan yaratıldığını, cennette huriler olduğunu söylerler ama iç aleme geçemedikleri için mantıklı bir açıklama yapamazlar.) bu kimseler aynı zaman da "cehennem, şeytan, cin, kıyamet, deccal, azap, vb." ifadelerin hakikatine, iç manasına vakıf olamadıkları için de devamlı "vehim ve korku" içerisindedirler.
Bu olay Kur'an da "Mûsâ (Tûr’a) gelip rabbi de ona konuşunca, Rabbim! bana (kendini, hakikatini) göster” dedi. Musa’ya (dışarıda arayanlara, tenzih boyutunda kalanlara) Allah’dan gelen hitap ise "Sen beni (hakikati) dünyada asla göremezsin” (A'raf suresi/143) ifadesi ile anlatılmıştır.
Bir kimsenin kimliğinde Musevi, Hristiyan, Müslüman yazması gerçekte o dinin mensubu olması demek değildir.
Kişi hakikati anlamadan sadece kurallara (şeriata) bağlı olarak "tenzih"de yaşıyorsa "musevi meşrepte"dir. Sadece ezoterik(iç aleme) dönük, teşbih(misal) aleminde yaşıyorsa "isevi meşrepte" dir.
Bu iki öğretinin hakkını vererek ikisini de "tevhid" edip birleştirip yaşamına geçirebilen, ancak o zaman marifet makamı olan "Muhammedi meşrebe" mensup olmaktadır. İnsan ölümü ile de İslamın bu öğretilerinin hangi kademesinde kalmışsa o öğretinin/dinin mensubu olarak dünyasını değiştirir.
Onun için kendisini müslüman zannedip islam’ın sadece dışında "tenzih, şeriat"(şekilcilik, kurallar) kısmında kalmış olan kimseler aslında hiç hoşlaşmadıkları musevi dininin bir mensubudurlar. Veya sadece ezoterik, ruhsal, temsili (teşbih) boyutunda kalmış olanlar ise islam’ın, isevi(Hristiyan) öğreti kademesinin mensubudurlar. Ama bunun farkında değildirler.
Eğer Kur'an'ın ruhunu anlayabilirsek o zaman fark ederiz ki!. Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz. İsa, Hz.Muhammed aynı ümmül kitabı (Allah’ın evrensel, sistem ve düzenini) özlerinden boyutsal aşamalar şeklinde okumuşlar ve holografik yapı (zerrede tümün boyutsal saklı oluşu) gereği kendilerinde buldukları tüm boyutların diğer insanlarda da olduğunu fark ettiklerinden "özgür = kul"olmak isteyenlere kendilerinde buldukları dini (evrensel sistem) teklif etmişler ve bu yolda yaşanacak aşamaları, sembolleştirerek insanlığın anlayabileceği şekilde ve ölçüde anlatmışlardır.
Bundan dolayı Musevi, İsevi, Muhammedi boyutlar, insanı doğduğu anda düştüğü çokluk, sıfatlar (dünya) aleminden, teklik bilinci olan, zat (hiçlik) alemine ulaştıran "evrensel sistem ve düzenin = islam öğretisinin"makamsal mertebeleridir.
Bir kimsenin, "Hz.Adem’den, Hz.Muhammed'e" kadar sırasıyla bir bilinç boyutundan, diğerine hakkını vererek, idrak ile bilincinde terfi ederek, bir üst bilinç boyutunu yaşamına geçirmesi başka bir dine geçmek değil, sistemdeki tekamül/gelişim yolculuğuna devam ederek, sistemle uyumlu hale gelmek suretiyle "dinini=sistemi" tamamlaması olayıdır.
Her şeyin tekden ibaret olduğu evren’de ilmin ve aklın birleştiriciliğinde, kavmiyetçilik, kabilecilik zihniyetinden kurtulup, aslında dinlerin birbirlerinin tamamlayıcısı olduğu fark edinilip aralarındaki farklılıklara o bakış açısı ile bakılabilse, farklılıkların birliğin güzelliğini yansıttığı aynalar olduğu görülecek ve yaşanmak istenen savaşsız toplumlar, hakikati fark edip, kendi iç savaşlarını bitirmiş bu bilinçli insanlar sayesinde sağlanmış olacaktır.
Din, insan (akıllı varlık) için vardır. İlahi yasalardan oluşmaktadır. Bu ilahi yasaları uygulayabilen beşeriyetini oluşturan terkipsel sınırları aşarak özünde var olan esmaları cem edebildiği oranda, içinde yaşadığı sistem ve düzenin farkındalığını hissederek, yaşar. Yani, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanır.
İnsan faydalı bir iş, bir iyilik yaptığı zaman halkı görmeyip, muhatap olarak Hak’kı bildiğinde karşılığını da halktan değil, Hak’tan bekler. Bu da yaptığı işin ve iyiliğin karşılığını bekleme gafletinden insanı korur ve beklentisi olmadığı içinde onu özgürleştirir.
Bize empoze edilen toplumsal şartlanmaların aslını araştırmadan kabullenip, sahiplenerek o fikrin karşısındaki her şeyle savaşıyoruz aslında ne ile niçin savaştığımızın da bilincinde olmadan böl ve yönet prensibini kendilerine ilke edinmiş çıkar guruplarına hizmet ediyoruz. Bunun en büyük örneği de "din"(sistem) konusunda yaşanmakta insanlar asırlardır benim dinim, senin dininden iyidir kavgası ile karşısındakine zulüm etmekte öldürmekte, yakmakta, yıkmakta…
Fakat, işin esasına bakarsak görürüz ki bir çok din değil, tek bir din vardır. O da tüm peygamberlerin "ümmül kitabı"(kainatı) okuyarak içlerinde bulundukları toplumların kabullenebilme tarzına uygun olarak tebliğ ettikleri ”evrensel sistem ve düzenin” anlatıldığı tüm dinlerin özü olan "İslam" dır.
Yani İslam sadece Hz. Muhammed(sav)in getirdiği bir din değildir. Teslim olma, selamete erme anlamına gelen "İslam" tüm peygamberlerin tebliğ ettiği, evrensel sistemi ve bu sistem ile uyumlu hale gelebilmenin yollarını anlatan öğretinin adıdır.
Kainat'ın tamamında her noktada, her zerrede tüm varlıklar tek olana teslimiyet içresinde programları doğrultusunda görevlerini yerine getirmektedirler. Her dünyaya gelen Allah'ın muhteşem sistem ve düzenine teslim olmuş olarak (hiçbir dünyevi şartlanma, algılama, kabullenme vs.) olmaksızın doğar.
Daha sonra İslamın üzerine toplumsal şartlanmalar, gelenekler, örf ve adetlerin farkında olarak veya olmayarak yapışması sonucu İslamın bu şartlanma tabakaları altında kalmasıyla maalesef evrensel olmaktan uzak "toplumsal inanç sistemleri" insanı kapsamı içerisine alır.
"Teslimiyet =İslam" bilinci ile dünyaya gelen insan doğumuyla birlikte çevresinin kabullenmelerini sahiplenerek yetiştiği ortamın toplumsal şartları, değer yargıları, örf, adet ve geleneklerin zamanla iç içe girmesi ile oluşmuş bir öğretinin (Musevi, Hristiyan, Müslüman, vb.) bir dinin ve o dinin değişik yorumlarından (mezhep) birinin mensubu olarak kendisini kabullenir. Yaşamını çevresinin oluşturduğu şartlanmalarla o kozanın içinde sürdürür. O bilinç yapısı ile evrensel kitabı okur.
Hz. Muhammed(sav) bu durumu “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” hadisi ile ifade etmiştir.
Varılacak farkındalık sonucu kişinin bu şartlanma tabakalarını temizleyerek işin özü, hakikati olan islam bilincine ulaşması ile "teslimiyet = İslam" içresinde, "özgür= kul" olmanın bilinci ile sonsuz selamete ermek insanın gerçek amacı olmalıdır.
Daha sonra İslamın üzerine toplumsal şartlanmalar, gelenekler, örf ve adetlerin farkında olarak veya olmayarak yapışması sonucu İslamın bu şartlanma tabakaları altında kalmasıyla maalesef evrensel olmaktan uzak "toplumsal inanç sistemleri" insanı kapsamı içerisine alır.
"Teslimiyet =İslam" bilinci ile dünyaya gelen insan doğumuyla birlikte çevresinin kabullenmelerini sahiplenerek yetiştiği ortamın toplumsal şartları, değer yargıları, örf, adet ve geleneklerin zamanla iç içe girmesi ile oluşmuş bir öğretinin (Musevi, Hristiyan, Müslüman, vb.) bir dinin ve o dinin değişik yorumlarından (mezhep) birinin mensubu olarak kendisini kabullenir. Yaşamını çevresinin oluşturduğu şartlanmalarla o kozanın içinde sürdürür. O bilinç yapısı ile evrensel kitabı okur.
Hz. Muhammed(sav) bu durumu “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” hadisi ile ifade etmiştir.
Varılacak farkındalık sonucu kişinin bu şartlanma tabakalarını temizleyerek işin özü, hakikati olan islam bilincine ulaşması ile "teslimiyet = İslam" içresinde, "özgür= kul" olmanın bilinci ile sonsuz selamete ermek insanın gerçek amacı olmalıdır.
Aslında, insanların ne Tevrat’tan, ne İncil’den, ne de Kur'an ın özünden haberi vardır. Hepsinin yaptığı eline aldığı kitabı okuyup, ezberlemekten ibarettir. Çok az kimse hariç hepsi kurallarda, şekilcilikte takılı kalmış, okuduklarının hakikatine ulaşamamışlardır.
Din adamı geçinenler ise, işin özüne vakıf olamadıklarından araçtan ibaret olan yöntemleri din kisvesine bürüyerek insanlara sunmaktadırlar. Dindeki kurallar insanı hedefine ulaştırması için vardır. Kurallar amaç değil, öze ulaştırmada kullanılacak araçlardır.
İnsanın şu din den veya bu din den olması önemli değildir. Çünkü onu farklı kılan biziz, tüm dinler bizi aynı hedefe götüren öğretinin toplumsal şartlara göre şekillenmiş ifade tarzına çevresel ve geçmişten gelen şartlanmaların da eklenmesiyle oluşmuş toplumsal kabullenmelerdir.
Musa, İsa, Muhammed birbirinden ayrı ayrı kimseler değil, bizim ayrı ayrı algıladığımız bu yapılar varlığın tek olmasından dolayı, tek olanın iç içe geçmiş boyutsal bilinç katmanlarıdır. Bu olay Kur'an da "İyi anlayın bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi var, Rasûlullâh içinizdedir!"(Hucurat suresi/7) şeklinde ifade edilmiştir.
İnsanlığın gelişme sürecine bağlı olarak, İslam öğretisi belirli bir müfredat içresinde peygamberler vasıtasıyla kademe kademe, sırasıyla açığa çıkarılmak suretiyle gelmiş ve en son "Muhammedi boyut"da tamamlanmıştır. Bu da Kur'anda “Bugün Dininizi Tamamladım”(Maide suresi/3) şeklinde ifade edilmektedir.
En alt boyut "çokluk alemi" olduğu için, bu alemde karışıklık olmaması, düzenin sağlanabilmesi için önce şeriat(kurallar) konmuştur. Bunun için de önce dünya düzenine dönük olarak şeriata (kurallar,hükümlere) ait bilgilerin anlatıldığı "Tevrat yani Musevilik" gelmiştir.
Musevilikte "iç aleme" geçilemediği için, her şey dış dünyevi alemde aranmakta bu yüzden de "hakikate" ulaşılamamaktadır. Öze vakıf olmadan, sadece kurallara "şerii hükümlere" göre "sistemi" (dini) okuyup,değerlendiren bu kesim mecazların iç manasını anlayamadığından, mecazlarla ifade edilmiş olanları işin aslı sandıkları için çelişki içerisindedirler (İsa'nın babasız, Adem’in topraktan yaratıldığını, cennette huriler olduğunu söylerler ama iç aleme geçemedikleri için mantıklı bir açıklama yapamazlar.) bu kimseler aynı zaman da "cehennem, şeytan, cin, kıyamet, deccal, azap, vb." ifadelerin hakikatine, iç manasına vakıf olamadıkları için de devamlı "vehim ve korku" içerisindedirler.
Bu olay Kur'an da "Mûsâ (Tûr’a) gelip rabbi de ona konuşunca, Rabbim! bana (kendini, hakikatini) göster” dedi. Musa’ya (dışarıda arayanlara, tenzih boyutunda kalanlara) Allah’dan gelen hitap ise "Sen beni (hakikati) dünyada asla göremezsin” (A'raf suresi/143) ifadesi ile anlatılmıştır.
Daha sonra ki aşamada ruhani, ezoterik (iç alemi) anlatmak üzere "İncil yani Hristiyanlık" gelmiştir. Bunun için Hristiyanlar ruh alemindedirler, sistemi (dini) sadece "ruhani bakış" açısı ile okuyup, değerlendirirler. Ruh görünmediği için "teşbih" (temsil, misal) ile, her şeyi insan’da görmektedirler (İsa'nın Allah'ın oğlu olması, tüm ibadethanelerini temsili resimlerle donatmaları, vb. gibi) Kurallardan (şeriat) uzaklaştıkları için "surette" kalarak gördüklerine tapar hale gelmişler. Tanrıyı da insan da gördüklerinden "Deccallaşma" (ben tanrıyım, istediğimi yaparım) yanılgısına düşmüşlerdir.
En son olarak da bu "iki öğretiyi, hem iç alemi, hem de dış alemi" birleştiren (tevhid) dinini anlatan "Kur'an" gelmiştir. Kuran koyduğu "şer’i kurallarla" dünya düzenini ve dünyada insanlar arasındaki birliği ve düzeni sağlarken, diğer taraftan da, insanları iç alemde tekliğe, hakikate yöneltmektedir.
Marifet makamı olan "Muhammedi boyut" dış alemi de, iç alemi de yerli yerince kullanabilmeyi gerektirmektedir. Marifet makamına ulaşanlar işin hakikatine vakıf olduklarından her şeyi yerli yerine oturtmuşlar, vehim ve korkularından kurtulmuşlardır. Bu da Kur'an’da “Onlar için ne bir korku vardır, nede mahzun olurlar.” (Yunus suresi/62) şeklinde ifade edilmiştir.
Marifet makamı olan "Muhammedi boyut" dış alemi de, iç alemi de yerli yerince kullanabilmeyi gerektirmektedir. Marifet makamına ulaşanlar işin hakikatine vakıf olduklarından her şeyi yerli yerine oturtmuşlar, vehim ve korkularından kurtulmuşlardır. Bu da Kur'an’da “Onlar için ne bir korku vardır, nede mahzun olurlar.” (Yunus suresi/62) şeklinde ifade edilmiştir.
Bir kimsenin kimliğinde Musevi, Hristiyan, Müslüman yazması gerçekte o dinin mensubu olması demek değildir.
Kişi hakikati anlamadan sadece kurallara (şeriata) bağlı olarak "tenzih"de yaşıyorsa "musevi meşrepte"dir. Sadece ezoterik(iç aleme) dönük, teşbih(misal) aleminde yaşıyorsa "isevi meşrepte" dir.
Bu iki öğretinin hakkını vererek ikisini de "tevhid" edip birleştirip yaşamına geçirebilen, ancak o zaman marifet makamı olan "Muhammedi meşrebe" mensup olmaktadır. İnsan ölümü ile de İslamın bu öğretilerinin hangi kademesinde kalmışsa o öğretinin/dinin mensubu olarak dünyasını değiştirir.
Onun için kendisini müslüman zannedip islam’ın sadece dışında "tenzih, şeriat"(şekilcilik, kurallar) kısmında kalmış olan kimseler aslında hiç hoşlaşmadıkları musevi dininin bir mensubudurlar. Veya sadece ezoterik, ruhsal, temsili (teşbih) boyutunda kalmış olanlar ise islam’ın, isevi(Hristiyan) öğreti kademesinin mensubudurlar. Ama bunun farkında değildirler.
Eğer Kur'an'ın ruhunu anlayabilirsek o zaman fark ederiz ki!. Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz. İsa, Hz.Muhammed aynı ümmül kitabı (Allah’ın evrensel, sistem ve düzenini) özlerinden boyutsal aşamalar şeklinde okumuşlar ve holografik yapı (zerrede tümün boyutsal saklı oluşu) gereği kendilerinde buldukları tüm boyutların diğer insanlarda da olduğunu fark ettiklerinden "özgür = kul"olmak isteyenlere kendilerinde buldukları dini (evrensel sistem) teklif etmişler ve bu yolda yaşanacak aşamaları, sembolleştirerek insanlığın anlayabileceği şekilde ve ölçüde anlatmışlardır.
Bundan dolayı Musevi, İsevi, Muhammedi boyutlar, insanı doğduğu anda düştüğü çokluk, sıfatlar (dünya) aleminden, teklik bilinci olan, zat (hiçlik) alemine ulaştıran "evrensel sistem ve düzenin = islam öğretisinin"makamsal mertebeleridir.
Bir kimsenin, "Hz.Adem’den, Hz.Muhammed'e" kadar sırasıyla bir bilinç boyutundan, diğerine hakkını vererek, idrak ile bilincinde terfi ederek, bir üst bilinç boyutunu yaşamına geçirmesi başka bir dine geçmek değil, sistemdeki tekamül/gelişim yolculuğuna devam ederek, sistemle uyumlu hale gelmek suretiyle "dinini=sistemi" tamamlaması olayıdır.
Her şeyin tekden ibaret olduğu evren’de ilmin ve aklın birleştiriciliğinde, kavmiyetçilik, kabilecilik zihniyetinden kurtulup, aslında dinlerin birbirlerinin tamamlayıcısı olduğu fark edinilip aralarındaki farklılıklara o bakış açısı ile bakılabilse, farklılıkların birliğin güzelliğini yansıttığı aynalar olduğu görülecek ve yaşanmak istenen savaşsız toplumlar, hakikati fark edip, kendi iç savaşlarını bitirmiş bu bilinçli insanlar sayesinde sağlanmış olacaktır.
Din, insan (akıllı varlık) için vardır. İlahi yasalardan oluşmaktadır. Bu ilahi yasaları uygulayabilen beşeriyetini oluşturan terkipsel sınırları aşarak özünde var olan esmaları cem edebildiği oranda, içinde yaşadığı sistem ve düzenin farkındalığını hissederek, yaşar. Yani, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanır.
İnsan faydalı bir iş, bir iyilik yaptığı zaman halkı görmeyip, muhatap olarak Hak’kı bildiğinde karşılığını da halktan değil, Hak’tan bekler. Bu da yaptığı işin ve iyiliğin karşılığını bekleme gafletinden insanı korur ve beklentisi olmadığı içinde onu özgürleştirir.
Yorumlar
Yorum Gönder