Varlık ile perdelenen - Örtüsüne bürünen
Yaşamımız deneyimlerle geçmekte, her birimiz veri tabanımızın kapasitesi oranında var olarak algıladığımız “sanal dünyamız” da kendimizi deneyimlemekteyiz. Dünyasal, ben(lik) algısı içinde iken yaşadığımız deneyimlerin bizimle ilişkisini kuramayız. Yaşadıklarımızı sorgular, cevap bulmaya çalışırız.
Aslında bizim dışımızda, oluşmuş bir dünya yoktur.
Yaşadıklarımız kimi zaman acı verir, kimi zamanda mutluluk yaşatır. Acıyı yaşadığımızda, bunun bizim için gerekli olduğunu, tekamülümüz için acıya da ihtiyacımız olduğunu bilemeyiz.
Kişinin başına gelen istenmeyen olaylar, kendisini aşması, farkında lığa uyanması için yapılmakta olan birer çağrı, kişiyi beden kabrindeki uykusundan uyandırmaya, diriltmeye çalışan dürtmeler, okunası mesajlardır. Beynimiz kendimizde içsel olarak yaşadıklarımızı “rüya da olduğu gibi” beden dışında yaşanıyormuş zannı, algısı vererek bizi aldatmaktadır.
İnsan rüyasında ne kadar çok kalabalık içerisin de bulunursa bulunsun, nelere sahip olursa olsun, sahiplendiklerini korumak için, ne mücadele verirse versin, üzülse de, sevinse de, acı da çekse, uyandığında bir kişi olduğunu, kendisinden başka kimse olmadığını anlar. “rüya” insanın ölüm sonrası karşılaşacağı bu gerçeği kendisine bildiren ilahi bir mesajdır, bir nevi gelecek programın fragmanıdır.
Bizlere yaşamımızda acı, tatlı olayları yaşatan her şey aslında, bizim içimizdekini, bize göstermek, fark ettirmek için oradadır. Yaşamımız da karşılaştığımız her şey, iç dünyamıza aynalık görevi yapmaktadır. Bu bizim kabullenemediğimiz, kendimizden bile sakladığımız hallerimizin seyridir.“Bizden bizedir” olan..
Fiziksel dış dünyamız ile, içsel, psikolojik gerçekliğimiz arasında hiçbir ayrılık yoktur. Algıladığımız her şey içten-dışa projekte olanın, dıştan-içe şeklinde algılanmasından kaynaklanmaktadır. Kişi dış dünya da değil, beynin içinde oluşan "hayal dünya(sın)da” yaşamaktadır. Mana (esma) yüklü frekans dalgalarının beyindeki veri tabanı oranında, değerlendirilmesi neticesinde madde (fizik dünya) bizim için bize göre var olur.
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim alemi, bilmekliğimi istedim Ademi yarattım" (Hadisi kudsi)
Her şey o hazinede kodlanmış olarak mevcut. Bilinmek istendikçe bize ayen, beyan oluyor. Kodlar çözülmüş, şifreler açılmış, “Yaratılmış” hükmünde oku’nası kitap (Kur'an) oluyor.
Doğma ve doğurma denen şeyin aslı ise hazinedekinin bilinir olmasından başka bir şey değil, algılanır olma hali.. Çünkü o hep vardı!. Sadece perdede belirdi, hazineden bilindi.
Yani, gerçekte, siz belli bir zaman ve mekanda var olmadınız. Siz hakikatiniz olan "Hu" Allah manası içerisinde hakikat olarak zaten hep vardınız.
Dünyamız (aynamız) da açığa çıkanlar, düşük hızlardaki mana yüklü frekans dalgalarının, beş duyu ile deşifresi neticesinde algılanır olmaktalar, bu şekilde çokluk algılaması oluşarak "tek"i örtüp, perdeleyerek, insanda varlık algısını, ben ve içinde yaşadığı dünya kavramını oluşturmaktadır. Açığa çıkan her şey oluşan "çokluk algısı" neticesi ben(liği) oluşturup, kişiyi var sandığı dünya(sın)da yaşatmaktadır.
Tek’in varlıkları (sıfatları) kendisine perde yaparak “zatını örtmesi” saklaması olayı ışık hızı üzerindeki mana yüklü frekans dalgalarının, yavaşlatılması (enerjinin yoğunlaşması) ile sınırlı mana (esma) terkiplerinden oluşmuş varlıkların madde olarak algılatılmasıdır ki, yaratım bu düşük hız algısının oluşturduğu zaman ve mekan algısının oluşması ile algılanır olur.
Yani sonsuz hızda olan, bütünsel tek yapı, hızını azaltarak varlıklar (çokluk) alemini oluşturmakta, dolayısı ile kişi de ben(lik) algısı oluşup, beş duyu vasıtası ile, kişinin gerçek zannettiği aslında bir illüzyon olan sanal dünyası (suretler alemi) algılanır olmakta, böylece oluşturduğu illüzyon ile, ortaya çıkan varlıklar (suretler) algısı ile tek kendisini örterek, gizlemektedir. Bu da Kuran’da (Müddesir suresi/1)“Ey örtüsüne bürünen” şeklinde ifade edilmektedir.
Tecelli kelimesi ortaya çıkmak, bilinir olmaktır. Allah kullarındaki esmaları(manaları) vasıtası ile yeryüzünde tecelli eder, yani bilinir. Mesela bir kulunda Rezzak esması ağırlıklı ise, o kimseye gerektiği kadar maddi imkan(zenginlik) vermiştir.
Kul bu sahip olduğu imkanı ihtiyacı olanlara dağıtmak sureti ile onlara rızk vererek, Allah’ın "rezzak" ismini dolaylı olarak yeryüzünde açığa çıkartıp, Allah'ı bu esması vasıtası ile yer yüzünde bilinir kılarak kulluğunu yerine getirir. Sahip olduğu esmayı kendi benliğine mal edip, sahiplenerek vermekten kaçınan ise Allah’ın bu manasını örten(kafir) olur. Sonucuna katlanır.
Çünkü, yer yüzünde, Allah'ı Allah olarak arayanlar onu bulamazlar. Allah, bu alemde insanda gizlenmiş, varlık örtüsüne bürünmüştür.
“Ben mekânın mekânıyım! Benim mekânım olmaz. Ben insanın sırrıyım!”
“Hiçbir şeyde zâhir olmadım, insandaki zâhir oluşum gibi!”
”Yemem, fakîrin yemesidir; içmem de fakîrin içmesidir!”
"Fakr ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle münkesir birini görürsen yaklaş ona, şüphesiz ki benimle onun arasında perde yoktur!"(Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî Hz.)
“Sadaka verdiğin zaman, verdiğin para önce Allah’ın eline düşer."(Hz. Muhammed sav)
Dünya(mız)da var kabullendiğimiz (evimiz, arkadaşlarımız, çocuklarımız, eşimiz, işimiz, aşımız, vb.) her şeyi, beş duyumuz vasıtası ile, bir benliğimiz, bir de içerisinde yaşadığımız dünya var, şeklinde algılayarak yanılgıya düşüyoruz. Oysa gerçek bunun tam tersidir. İnsan dünyada değil, dünya insan’da (bilinçte) yaşamaktadır. İnsan algılamasını kestiğinde “insan=dünyası” da kaybolmaktadır.
Bütünsel, tek olan yapının hızının yavaşlatılması sonucu algılanan “sanal ben”lik duygusu içerisinde bilinçte özünden, bütünden ayrı birimselliğini yaşamaya başlayan insan, ruhsal yalnızlığını, acziyetini, ait olma, dolayısı ile kendini güçlü hissetme ihtiyacını çeşitli ideolojik, sportif, dini, mistik, politik, guruplar, dernekler, kulüpler içerisine girerek, sosyalleşme çabası ile gidermeye çalışırken, duygusal, bedensel haz merkezlerini ise aşırı yeme, içme, tüketim hırsı, şehvet, alışveriş, sahiplenme ile tatmin etmeye çalışmakta, bilincini geçici de olsa bu yollarla uyutarak, uyuşturarak, unutarak rahatlamaya çalışmaktadır.
Bunların etkileri sınırlı ve geçici olduğu içinde kişi dozajları devamlı arttırmak sureti ile farkındalıktan uzak tekamülünü gerçekleştiremeden var zannettiği bilincindeki sanal dünyasında (beden kabrinde) kıyam edene (biyolojik bedenini terk edip, gerçeklerle karşılaştığı güne) kadar uyumaya devam eder. "Farkındalığa ulaşamamış insan=ölüdür".Üst bilinç seviyelerine göre bu yaşamlar dünyaların da diri diri mezarlarında (beden kabirlerinde) yaşamaktadırlar.
Dünyasal değerler şan, şöhret, mal, mülk, para, evlat vb. kişinin sahiplendiği her şey, kısaca kişiyi bütünden, tek’den ayrı birimsel bir varlık olduğunu kendisine algılatan, hissettiren her şey bilincin (enerji bedenin) biyolojik bedeni terk etmesi (ölüm) ile ortadan kalkacaktır.
Kişi sahip olduğunu zannettiği değerlerini, bilincinde terk edemeyip, veri tabanında sahiplendiği oranda ruhunda (enerji bedeninde) kabulsüzlükleri, direnmeyi ve var zannettikleri ile çatışmaları yani cehennemini yaşamaya devam edecektir. Ölüm ile birlikte artık veri tabanına (bilincine) yeni kayıt yapma imkanı da ortadan kalktığı için, o ana kadar oluşturduğu veri tabanı ile sonsuz yaşamına devam etmek zorundadır.
Kendini (beynini) beden ile sınırlı dünya(sı)na hapseden insan, tek’den, bütünsellikten kendisini ayrı bir varlık (ben) lik olarak kabullendiği için, mükemmel işleyen "evrensel sistemi" algılayamamakta, vücuttaki kanserli hücre misali, tümel yapıya ben ayrı, bağımsız bir varlığım mesajı vermek sureti ile, sistemin işleyişine farkında olmadan isyan ederek, direnerek tek’in mükemmel işleyen sisteminin muhatap alanı dışına kendisini atmaktadır.
Bütünsel sistemin dışında kalarak, ben varım düşüncesi ile, sahiplenme ve bu sahiplendiklerini, koruma çabası, kaybetme korkusu ve gelecek kaygısının oluşturduğu depresyon, bunalım, sıkıntı ve huzursuzluk kişiye cehennemini yaşatmaktadır.
Kişi farkında lığa ulaşamaz, kendine, özüne dönemezse aradıklarını dışarıda bulmaya çalıştığı sürece iç dünyasının (veri tabanının) var olarak algılattığı (rüya da olduğu gibi) başkaları ile, uğraşmaya devam eder, sonuçta da kendini tüketir, bitirir.
“İnsanın kurtuluşu” bilincini, oluşan ben ve varlık algılamasından kurtarıp benliksiz, egosuz tek’in farkında lığı içersinde, sistemin akışına teslim olarak tek’in muhatap alanı içerisine girebilmektedir. Bu da yemek, içmek, üremek, korunmak için yaşayan bir varlık olmanın ötesine geçerek bir bütünün parçasına dönüşüp, kişinin kendisini güvende ve rahat hissetmesine neden olur.
Işık hızı altı bölgede “Geçmiş - Şimdi – Gelecek, Ben – Sen - O” kavramları geçerli iken, ışık hızı üzerinde zamanı "dehr" (an) olan, her açıdan mükemmel, tek (bütünsel, tümel) bir yapı vardır. Kişi farkında lığa ulaşıp, bilincini yüksek hızlara ulaştırdığında mana yüklü frekans dalgaları iç içe geçerek, kendi bireyselliklerini terk ederek “evrensel öze, bütünsel, tek” olana dönüşürler.
Ben varım düşüncesi ile oluşturdukları dünya(ların)da, egoları ve sahiplendikleri tanrıları (mal, mülk, şan, şöhret, güç, vb.) ile yaşayanlar tüm yaşadıkları sorunların kaynağının “ben varım” algılamasından kaynaklandığını fark edip, çözümün “ben yokum” bilincinde olduğunu idrak ettiklerinde koruyacak, kaygı duyulacak, sahiplenecek hiçbir şeylerinin (tanrılarının) olmadığı (la ilahe), var olanın, sadece Allah (illallah) olduğunun, farkında lığına ulaşıp, tek’in/Allah’ın indindeki mükemmel sisteme “Teslim=İslam” olduklarında oluşacak bilinç sıçraması ile tam bir farkındalıkla yeni olana geçiş yapacaklardır. Bu “Baa’s” olmaktır. Şuur sal boyutta yeniden dirilmektir.
Yorumlar
Yorum Gönder